BENÇTEKİ AMBİYANSIN TORNALI PERFORMANSI [Günay Tulun]


Bugün ele alacağım konunun bir sanat yayınında ne işi olduğunu sormayın sakın! Yalnız sanatla değil, gündelik hayatımızın her safhasında karşılaştığımız olgulardan ancak bir kısmıdır yazacaklarım. Okuyunca hak verenler olacaktır. 
Vermeyelerinse Türkçe yerine hangi dilde konuştuklarını öğrenmek isterim.

ARA NAĞME 
Bugünkü konumuz bizim basın; hani şu anlı şanlı “yazar, çizer, söyler” takımının gerile gerile boy gösterdiği torna atölyesi… Bu anlı şanlılar takımına karşı; hergün biraz daha artan, çatık kaşlı bir acıma basıyor kalbimi. 

Satılık kalemlerden, Türkler soykırımcıdır deyip pamuklar içinde Nobel alanlardan, zifiri karanlık düşüncelerle yazdıkları kitaplarını şafak vakti sattıranlardan, TV kanallarının anahtarı verilmişçesine kanallar arası allame turları yapan “Zübüktrük”lerden; Türkler “tü kaka” dedikten sonra doçent, profesör ya da başka şeyler olanlardan uzak kalma çabasındayım bugün de…
Türkçeyi katleden basının birkaç ara nağmesinden söz etmek istiyorum. Yazdığım gibi birkaç ara nağme…
.
RAHMETLİNİN PERFORMANSINI NASIL BİLİRDİNİZ
Bizim “Gırgır basın” tutturmuş bir “canlı performans”, tam eblehlere özgü bir tutkuyla; yazıyor, çiziyor, görüntülüyor ve söylüyor.
Performansın Türkçesi “başarım”dır. Eğer bir Allah’ın kulu çıkar da “Efendim, ölüler de iş yapar ve sonuçta başarır ya da başarısız olur” der ve bunu ispatlarsa tüm performans âşıklarına çay ısmarlarım. 

Bırakın Allah rızası için! Arkadan vurmayın Türkçeye!
Hançeri bir vuruşta, çiyan ısırığı gibi iki ayrı yerden saplıyorsunuz. Birincisi, gereksiz bir sözcüğü dilimize konuşlandırıyor. İkincisi, o sözcüğü; anlamadan, bilmeden geniş halk kitlelerinin dilini bozacak şekilde kullanıyorsunuz.
Basınımızın çok saygıdeğer amcaları, teyzeleri, efendiler, beyler! 

Ölünün performansı olmaz. Performans; yaşayanlar, canlılar için kullanılması gereken bir sözcüktür. Canlı performans sözcüğüyse abuklukla iştigal eden cahillerin saçmalamasından başka bir şey değildir.
.
TANITICI TANITIM
Bizim “Gırgır Basın” dedim ya, acaba halkı salak sanan mı deseydim? En doğrusu şu olabilir mi? “Halkı salak gören basın”…
Şimdi bunu yazdım ya, hiç kimse üstüne almayacak ve yediği haltı aynıyla sürdürecek. 

Efendim, mutlaka gözünüze çarpmıştır. Televizyon reklamlarının arasında iki sözcük okunur. Hani, keramet sahiplerinin "reklamdan saymadıkları reklam kuşağının" başlamakta olduğunu belirten o komik yazı. Ekranların üst köşesinde, yapılan işin ne olduğunu belirten, ikisi de aynı anlamda iki sözcük… “Tanıtıcı reklam…” Allah rızası için söyleyin: “Tanıtıcı tanıtım”, “Reklam olan reklam” nasıl bir saçmalıktır? Söyleyin söyleyin! Bu numaranın hepsi, bizler için oluşturulmuş çirkin bir kandırmaca. 

RTÜK reklamları belli zaman dilimlerine göre sınırlandırmış, bu efendiler de topumuzla dalga geçiyorlar. Özellikle çocuk ve genç yaştakilerin dürüst insanlar olmasını etkileyecek bir tutum değil mi bu? Sözlüklerin “Aldatma, oyun, düzen, hile, entrika, al, desise, tuzak” diye yazdığı eylemden başka nedir ki bu?
Haydi RTÜK göreve! Hadi hadi, iki kez göreve… Hem bizler hem de kurumunuzla kafa bulanlar için. Kapatın gitsin, şu tanıtıcı tanıtımları. Yapabilecekmişsiniz gibi yazdım ama...

Aman dikkat! Tanıtımları dedim, kanalı değil.
. .
SİGARAMIN DUMANI YÂRİM BUZLAMA HASTASI
Sigara karşıtı kampanyanın bir ucu da buzlama yöntemi. Televizyonlarımız her sigaralı sahnede sigaranın üzerini buzlama yöntemiyle saklıyor. Dumanın savrulduğu o anda, bir milyonuncu kişi öldürülüyor, on bininci adam deşiliyor ve kanlar oluk oluk… 

Aynı karede; çanta kapmış kaçan biri, çöpten yiyecek alan bir başkası, kendini pazarlayan bir kadın, ona “Seni ancak ben satabilirim.” sopası atmaya çalışan bir kadın taciri, eroin pazarlayan bir adam ve tüm bunları penceresinden izleyen rant peşindeki siyasetçi var. Buzlanansa sigara… 

Bir sorum var: Sigarayı buzlarken haber ve açık oturum programları hakkında önlem aldınız mı? Meclisteki kavgalar için? Spor karşılaşmaları, futbol yorum programları için?.. 

Buzlama yöntemi nefis bir buluş. Kutuplarda altışar aydan tam bir yıl tatil ödülü vermeli bulana.
Hem dünya gerçeklerinden uzaklaşır hem de istediği kadar buz bulur orada…
.
ROTU ÇIKMIŞ ÇÖPÇÜLER
Yazar, çizer, söyler takımı; birkaç aydır yeni bir sözcük daha bulup çıkardı çöplükten: Rotasyon! 

Öyle de güzel söylüyorlar ki! Ağızları dolu dolu oluyor: Rotasyon!
Duyunca sanırsın ki adamlar uzayı keşfetmişler de hakları olduğu için böbürleniyorlar. Yazılınca etkisi daha farklı oluyor. O ambiyansı bulamıyorsunuz ama etkisi daha kalıcı ve belletici oluyor. 

Rotasyon “Döndürme, yer değiştirme” anlamına gelen bir sözcük.
Bençteki sporcuyu oyuna katar ya da oyunda yön değiştirirken rotasyon demenin ne âlemi var. Yanında dünyanın en güzel dili olan öz Türkçemiz ve onun güzel sözcükleri varken.
.
BENÇTEKİ AMBİYANSCILARI GÖRÜNCE
Az önce benç ve ambiyans kelimelerini kullandım. Öyle içten gelerek değil, zorlayarak, tiksinerek. Niyetim onlara dokunmadan önce okura “Bu ne perhiz.” dedirtmek. 

Kardeşler, köydaşlar, vatandaşlar!
Ambiyans “hava” demek, hava!
Benç ise yedek kulübesi… 
Hani maç anlatanların “kenardan” oyuna girdi derken işaretledikleri yer var ya işte o! Benç, bench olarak yazılıyor ve Amerika patentli bir basketbol terimi. Bizdeki kullanıcıları, bilgiç havası bastıklarını sanıyorlar ama gülünç ve zararlı olduklarının farkında bile değiller. Bu tür saçmalıkları futbol, voleybol, su topu gibi oyunlara bulaştırarak dilimize yerleştirmeye çalışanların; bağımsızlığın dilden başladığını kavrayamama ya da anlamak istememe hastalığının sonucudur bu.
.
ENKIRMEN Mİ HINKIRMEN Mİ
Başkaları yapınca "o yapar" deyip geçiyoruz ama Uğur Dündar yaptığında, hem de her gün, her haber saatinde defalarca yaptığında, "Uğur Dündar bunu nasıl yapar?" diyerek üzülüyoruz. Özden Örnek'i yazılır ama Örneki değil, Örneği okunur. Aynen: "Tabak, tabağı"; "başak, başağı"; "çatlak, çatlağı"; "tarak, tarağı" olarak tonlulaştığı gibi... 

Tatı güzel mi deriz, tadı güzel mi; Ahmet'i mi deriz Ahmedi mi; Tokat'ı mı deriz, Tokadı mı?
Uğur Dündar'ı, Türkçenin bozulmasına katkı yapanların arasında görmek üzüyor bizi...
.
Uğur Dündar'dan farklı olarak değerlendirdiğimiz grubun en tipik örneğiyse Mehmet Ali Birand...
Yani önündeki metni doğru dürüst okuyamayan, birkaç satır üstte yazdığım hataların katmerlisini sıkça tekrarlayan, "h (he)" ve "k (ke)" harflerine sürekli olarak "ha", "ka" diyenler grubunun en gözdesi. 
Hatta bence, "CeHaPe, MeHaPe ve KaKaTeCe" isimlerinin de mucidi... 

Bu insanları; toplumun örnek aldığı mevkileri törpülerken görünce, sıkıntı basıyor içimi... Üstelik, "Çok iyi sunuyor, çok beğeniliyor, reytingi çok iyi..." reklamları da yapılınca bu sıkıntı ve acabalarım alabildiğine büyüyor. 
Varın gerisini siz düşünün.
.Yal
Düşünün de şu "enkırmen" denen yabancı sözcüğü de gözünüzde büyütmeyin. Gerçi anlatırken; izleyicinin sözüne güvendiği, deneyimli gibi bir takım eklemelerle büyütmeye çalışıyorlar ama altı da haber sunan adam üstü de...

Ayrıca nasıl bir deneyimmiş o? 
Deneyim hatalardan ders alabilmektir. 
Aynı hatayı tekdüze tekrarlayan birinin deneyimi olsa ne olur, olmasa ne?

Güvene gelince... 
Öz dilinde bile bu tür yanlışlar yapıp habire tekrarlayan insana neden güven duyayım. İnsan, hata olduğu bilinen eylemi sürekli olarak yaparsa onun taşıdığı amaçtan şüphe ederim. Etmezsem de aklımdan... Hem "Ana dilimi neden bozuyorsun, bu çaba nedir?"diye sormazsam vatandaş olmayı içime sindiremem ki! Enkırmen deyip durmayın bunlara, olsa olsa hınkırmen olurlar, hınkırmen!

Sayın Hınkırmenler! 
Amacınız ne?.. 
Neden içinizdeki pisliği sürekli olarak dışarı püskürtüp çevreyi kirletiyorsunuz?
.
TORNA ATÖLYESİ
Yazıya başlarken, “Bugünkü konumuz bizim basın; hani şu anlı şanlı ‘yazar, çizer, söyler’ takımının gerile gerile boy gösterdiği torna atölyesi…” demiştim ya, neden torna atölyesi dediğim anlaşılmıştır umarım. 
Örnekler çok, yaz yaz bitmez. Bitirdiğini sanırsın, yenilerini türetirler.
Adamlar dilimizi aşındırmakla öyle meşgul ki!.. 



Hınkırmak: Sümkürmek
.
.
.
.
Günay Tulun

İSTANBUL'A AĞIT [İdil Tulun]


Sinedil'in sanatın ve sanatçının dergisi olduğunu ben de biliyorum ama bugünlük affınıza sığınarak, sanata başkentlik yapmış ve yapmakta olan bir kentin, içine düşürüldüğü acıklı hâli konuşalım istiyorum. 

İstanbul, güzel şehir …
İstanbul: Roma ve Osmanlı gibi dünya devletlerine yüz yıllarca başkent olmuş muhteşem kent…
İstanbul: 2010 yılının “Avrupa Kültür Başkenti”…
Binlerce yılın mirasını taşıyan, dev hazine: İstanbul…
İstanbul: Dünyanın en güzel onlarca deresinin aktığı su kenti… 
İstanbul: Belediyeciliği bilmeyen belediyecilerin perişan ettiği doğa harikası kent! 
İstanbul: Kötü ellerin mahvettiği, açgözlülük, hırs, rant kavgaları nedeniyle 21. yüzyılda sellerle boğuşan, her felakette mezraya dönen acınası şehir… 

Son birkaç günde Marmara’nın ve 2010’un Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un sele teslim oluşunu yaşadım, gördüm.
Televizyonlar da konunun üstünde…
İzledikçe insanoğlunun çok yönlü zayıflığını görüyorsunuz.
Sel, ihmal cinayetleri, el atıp kurtaracağı insanlar ölüme doğru kayarken talan peşindeki yağmacılar... 

İstanbul hasta… Hem de uzun yıllardır.
Doğasıyla toplu aklıyla insanıyla hasta İstanbul…
İstanbul’a, İstanbulluya acıyorum.
İkisi de tedavisi olmayan bir hastalığa tutulmuş yakınlarım sanki… Gözlerimin önünden, ellerimden kayıp giderken hiçbir şey yapamıyorum. İyileşmesi için dua ederken çaresizce izliyorum olanları. 

Kapkara bir duygu kaplıyor içimi. Sel suları etrafta akıp giderken, aktığı yerdeki her şeyi beraberinde yok ederek götürürken sadece bakakaldık halkça.
Eskilerin anlattığına göre, geçmişte bu boyutta felaketler yaşanmazmış İstanbul’da…
O zamanlar mahalleler mahalle, dereler de dereymiş.
Strabon’un haritalarında gördüm hepsini. İnceledim tek tek…
Ne yazık ki o dereleri çalmış birileri.
Bugün onların yerlerinde; evler, apartmanlar, siteler var. 

İstanbul: Kaçak yapıların, siyasi rantların, kişisel çıkarların yok etmeye kalktığı koca kent…
Ya bir mucize paklar seni ya da imdadına koşacak sevdalılar… 

Bugün; kültür, sanat, biraz da tarihten bir şeyler yazmaktı amacım. Kalem yazmadı kâğıda. Uzun süre bakıştık boş sayfalarla…
Gün, “İstanbul’a ağıt günü…”
Siz olsanız ne yazardınız ki?




.
.
İdil Tulun

SENFONİ ile İLAHİLER [Günay Tulun]

.
.
Saat 2.oo’ye yaklaşmakta, yeni güne gireli neredeyse iki saat olacak… Takvim eski günü devirmeden az önce, Adana Merkez Park’taki “basamaklı tiyatro”da nefis bir konsere tanık oldum. Yunus gibi Abdal gibi dehaları senfonik müzikle birleştiren nefis bir konsere. “Senfoni ile İlahiler”e… 

Adana, “Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası”yla “Mersin Devlet Opera ve Balesi Korosu”nun birlikte sergiledikleri bu muhteşem olayda yalnız şef ve solistler değil, herkes ön plandaydı. Bunca çaba bunca prova bunca koşuşturmaca ve hazırlık... Harcanan emeğe değmiş doğrusu. Herkesin arka planda olmasına alıştığı orkestra ve koro da her türlü övgüyü hak etti. Tabii düzenlemeleri yapan da… 

Orkestrayı yöneten Emin Güven Yaşlıçam’dı. Çok içten ve çok coşkulu buldum şefi...
Düzenlemelerse yine onun gibi değerli bir şef olan, Oğuzhan Balcı'nın imzasını taşıyordu. 

Konserin solistleri Tenör Burak Kut, Soprano Feryal Türkoğlu ve Bas Hasan Alptekin’di. Senfoni orkestrasıyla koro eşliğinde, birkaç istisnayla hepimizin bildiği o ünlü ilahileri sergilediler. Kendimi güzelliklere öyle kaptırmışım ki oluşan hava yüzünden not almayı bile beceremedim. Bu yüzden, bir takım şeyler birbirine karışırsa affedin. 

İlahilerin hepsi güzeldi ama Burak Kut’un söylediği Pir Sultan Abdal’a ait “Güzel Aşık Cevrimizi Çekemezsin Demedim mi”yle Yunus’un “Sordum Sarı Çiçeğe”si; Feryal Türkoğlu’nun beni büyüleyip bıraktığı Yunus şiiri “Ben Yürürüm Yane Yane”; Hasan Alptekin’le başlayıp koro dahil tüm sanatçıların birlikte söylediği yine Yunus’a ait “Şol Cennet’in Irmakları” daha fazla işledi içime. Biraz bencilce oldu ama bu ilahiler hayatımın uzunca bir döneminde saklı. Unutmadan söyleyeyim: Semazenlerin ilahilere; özellikle de “Şol Cennetin Irmakları”na yaptığı eşlik, konserin sufiliğine Mevlevi renkler kattı. 

Bu konserde, ilk kez duyduğum bir ilahi beni aşık etti. Sultan Üçüncü M
urad Han'ın sözleri ve Ali Ufkî Bey'in bestesiydi o... Aşık etti ama bir yandan da ürpertti, hatta korkuttu. Güfteyle müzik birbirine çok uymuş. Bugüne dek nasıl duymamışım ya da duymuşsam nasıl fark edememişim hayret ettim. Adını dillerinden düşürmedikleri hâlde; Allah-kul tanımayan, bencil, yalancı, hain, açgözlü ve ahlakça düşkün günümüz çıkarcılarıyla onları sessiz bir sadakatla izleyenlere karşı, bir dönemin doruktaki yöneticisinden gelen keskin uyarıydı o... Murad Han'dan...
.
"UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN ; UYAN, UYKUSU ÇOK GÖZLERİM UYAN ;
..AZRAİL'İN KASTI CANADIR, İNAN ; UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN! ;
..UYAN UYKUSU ÇOK GÖZLERİM, UYAN!"
"BU DÜNYA FANİDİR, SAKIN ALDANMA ; MAĞRUR OLUB, TAC-ü TAHTA DAYANMA ;
..YEDİ İKLİM BENİM, DEYE GÜVENME ; UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN! ;
..UYAN UYKUSU ÇOK GÖZLERİM, UYAN!"
.
İlahinin iki beşliği böyle...
Belki biri okur da kendini kurtarır, ben de nedeni olurum dedim.
Deyince de yazmadan duramadım.

Konserde başka ilahiler de söylendi. Eserlerin listesini, yazının sonunda vermek istiyorum. Sahneye getiriliş sırasında yanılmam inşallah...
Son bir haber: Hayatımın ilahisi "Şol Cennet’in Irmakları”, yoğun alkışlar sonucu ikinci kez sergilendi. İkidir yazıyorsun, "Ne sergisi?” demeyin.
Ortada öyle güzel bir tablo vardı ki ifade edecek kelime ararken ancak onu buldum.
.
"SENFONİ ile İLAHİLER" KONSERİ
Yer: Adana Merkez Park Amfiteatrı
Sunucu: Ekrem Tamer
Senfonik Düzenlemeler: Şef Oğuzhan Balcı
Orkestra: Adana, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası
TSM Sazları: Ney Ali Tüfekçi, Ud Erdem Şentürk, Kanun Serkan Mesut Halili, Kemençe Sercan Halili
Koro: Mersin Opera ve Balesi Korosu
Solistler: Tenör Burak Kut, Soprano Feryal Türkoğlu, Bas Hasan Alptekin
Konser Yöneticisi: Şef Emin Güven Yaşlıçam
.
İCRA EDİLEN ESERLER ve ESERLERLE İLGİLİ KISA BİLGİLER
Sabah İlahisi:Orkestra ve Koro'dan-Sözsüz-Beste: Oğuzhan Balcı
Dinle Sözümü:Feryal Türkoğlu
Sordum Sarı Çiçeğe:Burak Kut-Söz:Yunus Emre-Beste:Tahir Karagöz
Salatı Ümmiye:Hasan Alptekin-Beste:Buhurizâde Mustafa Itrî Bey
Dağlar ile Taşlar İle:Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre-Beste:Kutbî Dede
Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan:Burak Kut-Söz:Sultan III. Murad Han-Beste:Ali Ufkî Bey
Nice Bir Uyursun Uyanmaz mısın:Hasan Alptekin-Söz:Yunus Emre-Beste:Şikârızâde Ahmed Efendi
Ben Yürürüm Yane Yane:Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre-Beste:Dede Efendi
Güzel Âşık Cevrimizi Çekemezsin Demedim mi:Burak Kut-Söz:Pir Sultan Abdal-Beste: Hüseyin Sebilci
Şol Cennetin Irmakları Akar Allah Deyu:Hasan Alptekin+Burak Kut+Feryal Türkoğlu-Söz:Yunus Emre
.
Özel Not: Kaynaklarda bazı eserlerin bestekârı olarak değişik isimler verilmektedir. Bu nedenle bu tür çelişkili eserler hakkındaki bilgiler de eksik bırakılmıştır.
.
.
.
Günay Tulun

LİLİ MARLEN ÖYKÜSÜ [Mete Esin]


Filmlere Konu Olan, Ölmeyen Şarkı
Lili Marlen öyküsü…
Hans Karl Hermann Gottfried Leip veyâ kısa adıyla Hans Leip…
22.09.1893’te Hamburg’da doğmuş bir Alman şâiri, roman ve hikâye yazarıdır. 1915’te asker sıfatıyla katıldığı Birinci Dünyâ Savaşı’nda, Marlen ismindeki genç hemşîre kızla tanışmıştır. Ancak, kendisinin bundan öncesinde Lili isimli kızla da gönül birliği olmuştur. Hans Leip, geleceğin bir şâir ve yazarıdır ya... Bunun idmanlarına asker ocağında başlamıştır ki, daha orada bu iki aşkını aynı isim ve kimlik altında birleştirip şiire çevirmiştir.

Leip’ın Lili Marlen dediği şiirde, genç bir kadınla onun asker sevgilisi anlatılmaktadırlar. Şiirin gerçek kahramanlarıysa, elbette ki kendisi ve o iki sevgilidirler. Şu var ki... Dediğimiz üzere, iki ayrı sevgili, şiirde bire indirgenmişlerdir! Kışla, kapı, fener gibi sözlerle başlayan şiir, oldukça duygulu ve etkileyicidir.

Tam adı Norbert Arnold Wilhelm Richard olan Norbert Schultze de, 26.01.1911’de Braunschweig’da doğmuş gene bir Alman bestecisidir. Bu ikilinin ortaya koyacakları dünyâ ölçeğindeki kompozisyonun üçüncü kişisi, o boğuk ve buğulu sesiyle Lale Andersen adındaki bir tiyatro oyuncusu ve şarkıcı kadın olacaktır. Lale Andersen Bremerhaven’de doğmuş (23.03.1905) olup, Danimarka’yı çağrıştıran soyadına rağmen o da bir Alman’dır.

Bunlardan ilk ikisinin yolları 1938 yılında kesişmiş ve Hans Leip’in Lili Marlen şiirinin bestesi üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Beste tamam olunca sıra bunun icrâsına gelecektir. Şâir ve Besteci, Lale Andersen’le işte bu noktada buluşmuşlardır. Besteyle icrâsının 1941’e kadarki mâcerâsı farklı-farklı yazılmaktadır. Tezlerden birine göre başlangıç hüsrandır. Başka bir teze göreyse, daha başlarda yediyüzbin satmış bir plak söz konusudur ki, sonraki gelişmelere bakılacak olursa bunun doğru olması gerekmektedir. Diğer yandan da Alman Hükûmeti cephelerdeki askerlerin morali için bir beste düşünmektedir. Özellikle, Libya-Mısır çölünde savaşan Erwin Rommel ordusu için…

Ayrıntılardan arınıp devam edersek, Belgrad’dan yayın yapan Alman askerî radyosu 1941’de Beste’yi bir çalmıştır ki, dost-düşman âdetâ ayağa kalkmışlardır! Böyle bir güfte ve onun duygu örülmüş bestesi, askerlerin savaş şevkini kıracak diye, derhâl harekete geçen Alman Hükûmetince yasaklanmak bile istenmiştir. Ancak… Uyguladığı üstün savaş stratejisiyle büyük başarıları imzâlamış ve bugün hâlâ “Çöl Tilkisi” diye anılan bir general Erwin Rommel vardır. Askerlerinin duygularına tercüman olup, Hükûmeti’nin kararına, bizzat ve derhâl karşı çıkmıştır. Sonuçta, Lili Marlen yayımlanmaya devâm olunmuştur.

Olayın sonrası daha da ilginçtir. İlk yayının ardından Alman cephesi şöylesi bir dalgalanmıştır. Artık, her asker şarkıda biraz kendini bulmaktadır. Cephedeki Alman askerleri, yayın sırasında durup Lili Marlen’i dinlemekte, sonra kaldıkları yerden savaşa devâm etmektedirler! Pekiyi, yalnız Almanlar mı?.. Müttefikler de aynen böyle!.. Müttefik askerleri, biraz marş, biraz vals ritmindeki Almanca şarkının sözlerini anlamasalar da, son derecede yumuşak ve hazin bir ilâhî, âdetâ oratoryo karşısında ilgisiz kalamamışlardır.

Meselâ… Bir gün, Alman siperlerinde savaşa ara verilerek Lili Marlen dinlenirken, hemen karşıdaki İngiliz siperlerinden bozuk Almanca’sıyla bağıran asker şunları söylemiştir: Heeey, radyonun sesini biraz açsana! Bundan sonra da, İngiliz Hükûmeti gerçeği kabûl etmek zorunda kalmış, güfteyi İngilizce’ye çevirtip, onlar da ayrıca yayına başlamışlardır! Savaş’ın sonlarına kadar, her iki cephede ve her gün bir düzen içinde bu şarkı dinlenmiştir.

Güftesi tam elli dile çevrilmiş melodi, sonraki bir dönemde, gene bir Alman olan Hollywood sanatçısı Marlene Dietrich’le de özdeş olmuştur. Filmleri yapılmış, bir süre de böyle gündemde kalmıştır. Daha önce, dünyâ müzik târihine kesin damgalarını vurmuş olan Almanlar, sanki, kendilerini bir de böyle ortaya koymuşlardır. Nitekim, Lili Marlen melodisi daha sonra dünyâ müzik klasiklerinden biri olacaktır.

Hans Leip, doksan yıllık bir ömrün sonunda 06.06.1983’te İsviçre-Früthwilen’de, Norbert Schultze de doksanbir yılın sonunda, 14.10. 2002’de Almanya-Bad Tölz’de hayâtlarına vedâ etmişlerdir. Üçüncü kişi Lale Andersen ise, yakalandığı kanser sebebiyle çok daha erken târihte (23.03.1972) hayattan ayrılmış bulunmaktadır. Maria Magdelene Dietrich von Losch, yâni Marlene Dietrich’e gelince... 12.12.1901’de Berlin’de doğup, 06.05.1992’deyse Paris’te ölmüştür. O dahi, doksanbir yıl gibi hayli uzun bir ömrü yaşamıştır.

Lili Marlen, Lili Marlen, Lili Marlen… O bir hâtırâdır ki, yetmiş yıl önce kendisini yaratanlar ve şöhrete kavuşturanlarla birlikte hâlâ yaşamaya devâm etmektedir. Dünyâ durdukça da etmek üzere!





.


Mete Esin [Yazar]
İlk Yayın Tarihi: 21 Şubat, Salı 2005 Kaynak: [Sessizliğin Sesleri Gazetesi]

Günay Tulun [Fotoğraflar, orijinal sözler, müzikal yayın, kayıt]

LİLİ MARLEN [Orijinal Sözler]
Şarkının Gerçek Adı: “Das Mädchen unter der Laterne”
Almanca Orijinal Sözleri Yazan: Şair Hans Leip – Şiirin Yazıldığı Yıl: 1915
Besteci: Norbert Schultze – Plak Kaydı: Electrola - Solist: Lale Andersen
Vor der Kaserne, 
Vor dem großen Tor,
Stand eine Laterne
Und steht sie noch davor.
So woll'n wir uns da wiederseh'n,
Bei der Laterne woll'n wir steh'n,
Wie einst, Lili Marleen.
Unsere beiden Schatten
Sah'n wie einer aus,
Daß wir so lieb uns hatten,
Daß sah man gleich daraus.
Und alle Leute soll'n es seh'n,
Wenn wir bei der Laterne steh'n,
Wie einst, Lili Marleen.
Schon rief der Posten:
Sie blasen Zapfenstreich,
Es kann drei Tage kosten!
Kamerad, ich komm' ja gleich.
Da sagten wir Aufwiederseh'n.
Wie gerne wollt' ich mit dir geh'n,
Mit dir, Lili Marleen!
Deine Schritte kennt sie,
Deinen schönen Gang.
Alle Abend brennt sie,
Doch mich vergaß sie lang.
Und sollte mir ein Leid gescheh'n,
Wer wird bei der Laterne steh'n,
Mit dir, Lili Marleen!
Aus dem stillen Raume,
Aus der Erde Grund,
Hebt mich wie im Traume
Dein verliebter Mund.
Wenn sich die späten Nebel dreh'n,
Werd' ich bei der Laterne steh'n
Wie einst, Lili Marleen!

SESLENDİRME FİLMLERE CAN VERİR [İdil Tulun]


Filmlerin seslendirilmesi konusunda yazmış olduğum bir yazı için aradılar. Gönderirsem "Gazete Gerçek"te yayınlanacakmış. Bu gazete için birkaçtır yazı alıyorlar ama daha bugüne dek yazılarımın yayınlandığı tek bir nüshayı bile adresime göndermediler. Oysa nezaketen yapılması gerekli bir eylem. Ya kendilerini ulusal gazeteler gibi bayi, bakkal ve marketlerde satılan gazetelerden biri olarak görüyorlar ya da dağıtım şirketi görevini yapmadığı için bu gazeteyi bulmak mümkün olmuyor. Neyse son kez deneyeceğim. İşte ufak tefek birkaç değişiklikle o yazı... 

Bu yıl oldukça sükse yapmış bir filmin, DVD’sini aldım geçende. Çok istedikleri hâlde izleme imkânı bulamayan birkaç arkadaşa haber saldım hemen. Maşallah, filmin adını verir vermez rüzgâr gibi geldiler. Orijinal mi dublajlı mı izleyelim derken, sahneleri gözden kaçırmamak için ikincisinde karar kıldık. Oynatıcıya filmi, gözleri de ekrana takıp başladık. 

Tanıdık gelmesine rağmen, başrol oyuncusuna dublaj yapan sanatçının adını bulamadım bir türlü... İzlediğim süre boyunca takılıp kaldı aklıma. Film biter bitmez ümitsizce DVD menüsünü tıkladım. Sonuç: Malum! Bu kez bizim sinemaseverlere yöneldim. Aldığım cevap, başlarının üstünde sabitlenen soru işaretli baloncuktu. Ses aşinaydı da sahibi meçhul!.. 
O gün bu konu, fena hâlde rahatsız etti beni. Gün boyu aklımı kurcaladı durdu. Ondan sonra da iflah etmedim. Her film izleyişimde eşe dosta tanıdık seslerin, seslendirenlerin isimlerini sormaya başladım. Ama her seferinde, "Ya çok tanıdık... Kimindi bu ses? Hani şeyi de seslendirmişti… Neydi?.. Dilimin ucunda ama hatırlayamıyorum. Aa Süpermen’in sesi gibi..." hatırladı, hatırlayacak ama bir türlü akla gelmeyen yanıtlarla karşılaştım. 

Düşünüyorum da ben çocukken, TRT'nin tek olduğu zamanlarda, her yabancı filmin bitiş jeneriğinden sonra, dublaj sanatçılarının adları yazardı. Mesela şunu iyi bilirdik: Bruce Willis dendiğinde Alev Sezer'di o... “Aa Süpermen’in sesi” derken Sungun Babacan’dı kulaklarımızda. Tıpkı, Muppet Show’un sevimli Kermit’i gibi... Pretty Woman’da Richard Gere, birçok filmde Brad Pitt, Tom Cruise, Tom Hanks, Sungun Babacan’la can buldu. Mavi Ay’ın Bayan Topesto’su Meral Babacan’dı. Fred Çakmaktaş, Sezai Aydın’ın sesiyle sempatimizi kazandı. Aynı zamanda meşhur Cosby Ailesi'nin babası Bill Cosby’di o... 70’li yıllarda Kaçak dizisinin Dr. Kimble‘ıysa Çetin Tekindor. 

Yabancı oyuncuların izleyici gözünde idolleşmesi, onlara sempatinin artması, karizmatik sesli seslendirme sanatçılarımızın başarısıdır bence. Öyle ki Sylvester Stallone ve Robert De Niro’yu, Sezai Aydın’ın sesiyle izlemeye alışan 80’lerin çocuk ve gençleri; gerçek seslerini duyduklarında, yaşanan o şaşkınlık anını hatırlarlar mutlaka. Bruce Willis, Alev Sezer’le öyle özdeşleşmişti ki gerçeğine benzemesine rağmen, orijinalini duyunca şok olmuştuk hepimiz. 

Kötü dublaj oldu mu izleyici rahatsızlığı bir seviyeden sonra fren tutmama boyutuna geçer. Bırakıp gider filmi. Seslendirme iyi olduğundaysa hiçbir şeyin farkına varmaz. 

İzlediği oyunculara verdiği dikkatin yüzde biri kadar merak etmez, dublajı kim yaptı diye. Oysa dublaj sanatçısı olmak her yiğidin harcı değil. Sanıldığı kadar basit değildir dublaj. İzleyici üzerinde bu kadar etkili olan dublaj sanatçısı, yine de hak ettiği değere ulaşamaz nedense. 

Seslendirme konusunu daha iyi anlamak için, stüdyolardan birindeki çalışmayı izlemiştim. Bildiğimden meşakkatli, bildiğimden fazla özveri doymazı bir işti. İyi bir seslendiricinin Türkçeyi doğru kullanması, yetenek ya da eğitimi nedeniyle düzgün bir diksiyona sahip olması birinci kural. Taklit edeceği dil, lehçe ve yöresel ağza hâkim olmak zorunda. Kendilerine ayrılan prova süreleri çok kısıtlı. Provanın ardından ya da hiç prova yapmadan, filmin görüntüsünü izleyip kulaklıktan gelen orijinal sesleri dinliyor, aynı anda da ellerindeki tekste can veriyorlar. Seslendirme yapılırken, ses-görüntü senkronizasyonuyla bitmiyor işler. Seslendirdiği kahramanın duyguya dökülebilecek her tür eylemi, sanatçının sesinde de yön bulmak zorunda. İşte bu çok önemli... 

Dublaj için, “Sanat değil, teknik iş...” diyenler de var. Katılmıyorum. Seslendirme teknik olduğu kadar, yetenek de ister. Bu konuda genelde; sinema-tiyatro sanatçıları, TRT okulundan mezun olanlar ve gerçekten severek yapanlar büyük emek harcıyor. Dileğimse harcamaya devam etmeleri… Onların bu fedakârlıkları olmazsa işin nereye gideceği açıkça belli. Ruhsuz ve monoton bir sesin, doğru kullanılmayan bir Türkçeyle birleştiğini düşünsenize. Böyle dublajlanan bir film ve diziye, ne kadar tahammül edilir ki? 

Sektör çalışanlarının, emeklerinin tam karşılığını alamamaları da ayrı dert. Sadece seslendirmeden sağlanan gelirle yaşamı idame ettirmek pek mümkün değil gibi. Düşük ücretlere rağmen çoğu seslendirme sanatçısı bu işi sevdikleri için yaptıklarını, bunun ayrı bir tutku olduğunu da itiraf ediyorlar. Yapımcılar da tam bu noktada başlıyorlar "Çak... Sen de çak!" demeye... 

Tüm bu olumsuzluklara rağmen; dünyanın en iyilerden biri olma konusunda başı çekiyor ülkemiz. Temennim en kısa sürede dublaj sanatçılarına gereken değerin verilmesi. Uygun çalışma koşulları, tatminkâr ücretler ve isimlerin jeneriklerde yer bulması daha kaliteli sonuçlara ulaştıracaktır bu sektörü... Umarım, çok kısa sürede hallolur bu sorunlar. Bizler de film makinesine bir DVD koyup izlerken, seslendirenlerin adlarını görebiliriz açıkça… 

Bazıları literatürde seslendirme diye bir sözcük yok, onun adı şudur, budur diye hava basıp, figür saçarlar. Hiç aldırmam. dublaj denen şey seslendirmenin ta kendisidir. Hem de öylesine kendi ki; görüntülere can, izleyiciye seyir zevki verir. Kötüsüyse bir filmi mezara, o film için harcanan paralarla sarf edilen emekleri  çöpe, emek veren kitleleriyse tarihe gömer. 

Televizyon kanallarına gelince...
Bu konuda umudumu, çoktan kestim.
Hatta birçoğunu izleme listemden sildim bile....


.


.
İdil Tulun .
.
Bilgi Paylaşımı: 
Bu yazı, seslendirmeyle ilgili yazı dizisinin, günlük "Gazete Gerçek" için özel olarak kısaltılmış, fotoğrafsız şeklidir.
Sessizliğin Sesi Grubu Yayın Kurulu